Yesevinin Son Talebesi: Erol Güngör



Onun ismini ilk duyduğumda onbeş yaşındaydım. Elimde Necdet Sevinç’in eski gazete yazılarının olduğu bir kitap vardı. Yetmiş neslinden kitap kurdu bir öğretmen ağabey “Bırak bunları artık, bundan sonra baba kitaplar oku. Erol Güngör’ü oku” demişti. İlk defa ismini duymuştum. Hele okuduğum kitabın beğenilmemiş olmasından gelen kızgınlıkla karışık şaşırmıştım. “O kim ?” sualime “sen hele bir kitaplarını oku anlarsın” cevabı başımda kavak yellerinin estiği o çağlarda pekte hoşuma gitmemişti. Ancak, doğuştan gelen merak hislerimin her zaman aklımın ve de inadımın önüne geçmiş olması vaziyeti bunda da kaideyi bozmamış ve günlerce Erol Güngör ismi tanıdık birini arar gibi her yerde onun bir kitabını aramama sebep olmuştu. Elime geçen ilk kitabı “Dünden bugünden” di. Kitap o güne kadar alışık olmadığım bir tavra sahipti. Hüküm vermiyordu, tahlil ediyordu. Yüceltmiyordu ve yerin dibine batırmıyordu, değerlendiriyordu. Hissi değildi, akılcıydı. İdeoloji kurmuyordu, bilgi veriyordu. Siyasi değildi, ilmi idi. Taklit ve tekrar değildi, telifti.
Hayatta yücelttiğim insanlar vardı:Necip Fazıl, Peyami Safa, Cemil Meriç…. Hiçbirine benzemiyordu. Alıştığım; hüküm verme, dünyayı yeniden kurma tavrına çok tersti. “Şu ana kadar imanla başlayıp şüphe ile neticelendirdik . Bundan sonra şüpheyle başlayıp imanla neticelendirelim.” Diyordu. Yani zor ve dikenli bir yola çağırıyordu. Ucuzculuk, hele hele de ayakları bir karış havada malumatfuruşçulukla, vatan kurtarıcılığı edebiyatı anlayışına tamamen uzaktı. Şüphesiz Türk milliyetçisi idi. Ancak kol kırılır yen içinde kalır diyerek, yanlışların, hataların üstünü örtmüyordu. Hele hele de o karışık dönemler de kendisini saklamadan ve korkmadan “Ben Türk Milliyetçisiyim” diyebiliyordu. İlmin yarısı cesaret değil midir? Alimin asaleti cesareti değil midir? O asildi.
Okurken aklımdaki sorulara benden evvel “Peki” diye başlayıp cevap veren tek şahsiyetti.”Açıkta hiçbir noktayı bırakmıyordu. Tespitleri müthişti. Okuyana farklı cephelerden nasıl bakılabileceğini gösteriyordu. Anlık tespitlerden ziyade meselenin özünü tespit ediyor ve bunu Sosyal İlimlerin bütün malzemeleri ile ilmi temellere oturtuyordu. Yazılarını bugün dahi okurken, sanki, yaşayan birisinin kaleminden bugün anlatılıyormuş hissine kapılıyorum.
Mevlananın “bir ayağım islamda, diğer ayağım bütün dünyada” sözünü hatırlatırcasına onunda “bir ayağı, Türk kültüründe diğer ayağı ise bütün dünyada” idi. Profesörlüğü için Amerikan üniversitelerindeki hocalarından rapor istendiğinde “Erol Güngör değil Türkiye, bütün dünyada profesörlüğe layık bir ilim adamıdır” cevabı gelmiştir.
İlmin yarısı cesarettir demiştik. O,Türk milliyetçiliğinin ikinci Ziya Gökalpidir. Güngör hoca hayatı boyunca eğilmeden bükülmeden makam ve mevki için şahsiyetini cebine koyup ikbal peşinde koşmadan “alimin iyisi sultana yaklaşmayandır, sultanın iyisi de alimden uzaklaşmayandır” düsturu ile yaşamıştır. Arif Nihat Asyanın “onlara şerefli doğmak verilmiş, bize de şereflice ölmek yeter” sözüne nazire yaparcasına Anadolu’nun bağrında Kırşehir’de kendi halinde bir Türkmen ailenin çocuğu olarak doğmuş Kut soyundan bir Türkmen beyi gibi yaşamış ve hakanlara yakışır bir şekilde de şereflice ölmüştür.
Kendisine Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü teklif edildiğinde; “Benim fikrimde bellidir, zikrimde. Bir müstear ismin arkasına saklanmadan , buna hiçbir zaman gerek duymadan siyasi, içtimai fikirlerimi açıkca yazdım. Sevdiğim ve sevmediğim bellidir. Hal böyle iken, kabule şayan görülürse boynumuz kıldan incedir. Çünkü, hizmettir ve biz, ondan kaçmaya, onu reddetmeye mezun değiliz. Vatanın ve milletin kurtuluşu , gerçekten ”devlet-i ebed müddet”, ancak ve ancak, milliyetçilerin, her kademede , amma illa üst kademelerde vazife almasıyla mümkündür.”demiştir.
Rektörlüğü belli olduktan sonra bazıları şakadan, bazıları ciddi,”gönülden sevdiklerin maznun durumda muhakeme ediliyor, akibetleri meçhul. Nasıl oluyor da sen bu vazifeyi kabul ettin?” Dediklerinde, onlara her hareket ve tavrında derin temeller olan ve muazzam bir tarih şuuruna sahip olduğunu gösteren şu cevabı veriyor;”Sultan Abdülhamid tahta geçer geçmez , ilk fırsatta amcası Abdülaziz Han zamanında Beşiktaş muhafızı olan, Padişah tahttan indirilmeden ilk olarak makamından alınıp tesirsiz hale getirilen Yedi Sekiz Hasan Paşayı buldurdu. Ona amcasına sadakatle ve samimiyetle hizmet ettiğini aynı şekilde ve gönülden kendisi içinde hizmet beklediğini söyledi. Hasan Paşa , belki okuması yazması kıt bir kimse idi(sadece yedi ve sekiz rakamlarını yazmayı bildiğinden yedi-sekiz lakabı ile anılırdı.). Amma, hem akıllı, hem mert ve hem de saygılı adamdı.”Hünkarım dedi, bendenizin bir tek gönlü var idi, onu da amcanız cennetmekana verdim. Bu gönlün tek sultanı Abdülaziz Handır. Ancak, Zat-ı şahaneleri aynı devletsiniz, devletin ta kendisi. Bu itibarla gönlümüz amcanızın olsa da, Türklerin padişahı ve Müslümanların halifesi olan zat-ı şahanelerine hizmet boynumuzun borcudur. Bizden size zarar gelmesi mümkün ve muhtemel değildir. Tasavvur dahi edilemez.” Diyerek başka bir söze hacet görmemiş Erol Hoca. Zaten hep kısa konuşur anlayana hitap edermiş. Anlamayana fazla vaktimiz yok dercesine. Gerçektende yok imiş.
Kırkbeş yaşında (1983) bu dünyadan arkasında doldurulması imkansız bir boşluk bırakarak gitti. Öldüğünde sadece on ay rektörlük yaptığı Konyalıların gönlünü fethetmiş ve cenazesine binlerce Konyalı İstanbul’da katılmıştır.
Cenazeye katılan Konyalılara sorduklarında:”Erol ne yaptı ki, ne hizmet etti ki, bu kadar alaka gösteriyorsunuz?” Gözlerinden iplik iplik yaş dökülen yaşlı biri şöyle cevap vermiş:”Evet bize sadece on ay rektörlük yaptı. Biliyor musun? Biz ilk defa camide rektör gördük. Bunun manasını nereden bileceksin? Serap olmasından korkarız. Yazık ki, kısa sürdü. Allah onu bizden fazla seviyormuş diye teselli buluyoruz.”
“İYİLER YAĞIZ ATLARA BİNİP GİDERMİŞ, KÖTÜLER İSE UYUZ EŞEKLER SIRTINDA DEVRAN SÜRERMİŞ.”
Erol Hoca, yirminci asır Türk fikir tarihine damgasını vurmuş; gerçek bir alim, mütefekkir ve şahsiyeti ilmi ile mündemiç Türkiye’nin her zaman yokluğunu çektiği adam gibi adamdır.
Şüphesiz eseri görüp müesseri unutmak olmaz. Erol Hocanın yetişmesinde en büyük pay sahibi ismi gibi mümtaz bir şahsiyet olan büyük ilim ve fikir adamı Mümtaz Turhan’dır. Erol Hoca Mümtaz Hocanın “ŞAHESERİDİR”. Erol Hoca bu hakikati kitaplarında “Bu kitapta bir takım yanlışlıklar varsa, bunlar Profesör Mümtaz Turhan’ın hayatta olmayışı yüzünden düzeltilememiştir.” Diyerek büyük bir kadirşinaslıkla belirtmiştir.
Kadirşinaslığa hasret olduğumuz şu günlerde bu satırları ilk defa okuduğumda gözlerim yaşarmıştı. Kendisine mürşid arayan bir mürid gibi yıllarca kendime bir Mümtaz Turhan aradım. Ancak bulamadım. Nasipsiz geldiğimiz bu dünyada nasipsiz göçmek en büyük endişemizdir. Ancak, şimdilerde düşünüyorum da Erol Hocayı ,Hocamı, beynimin ve ruhumun pek çok şey borçlu olduğu, o öldüğünde onbir yaşında olmak gibi bir talihsizlikle , kendisini bu dünyada görememek ve talebesi olamamak bahtsızlığına sahip bulunduğum, Hocamın , kitaplarından talebesi olma şerefine eriştim. Hocamı böyle tanımış olmak bile bir nebze olsun gönlümü ferahlatıyor.
“ALİMİN ÖLÜMÜ ALEMİN ÖLÜMÜYMÜŞ”
Yıllardır Üniversitelerde hasbelkader dersler veriyorum. Talebelerime kendilerine her yönüyle örnek almaları gereken bir şahsiyet olarak hep Erol Güngör’ü gösterdim. Çünkü hayatım boyunca haddim olmayarak hep onu örnek aldım. Onun kitaplarını insanlara okutmak için çantamda mutlaka bir iki kitabını bulundurdum. Maalesef çoğu zaman gördüm ki, milliyetçilikten dem vuranlar adını dahi duymamışlar.
Erol Güngör bu dünyadan göçeli tam yirmidört sene geçmiş. Ancak layıkıyla ne tanındı ne de tanıtıldı. Türk milliyetçisiyim diye meydanlarda gezenlerin pek çoğu bir kitabının değil kapağını açmak adını dahi duymamışlar. Zaten ortadaki fikirsizlik ve seviyesizlikte bunun ispatı değil midir?
Erol Hoca yaşasaydı şüphesiz çok şey değişik olacaktı. Onun yokluğu Türk sağının ve Türk Milliyetçiliğinin can damarlarından birinin kesilmesi olmuştur. Bilinir ki, ölüm beynin ölümü ile gerçekleşir. Beyni ölen Türk milliyetçiliği de, Türk sağıda çıkmaza girmiştir. Fikir üretilmemekte ve kerametleri kendilerinden menkul gazeteci ve siyaset adamı iddiasındaki bazı zevat laf salatası yaparak bu boşluğu doldurduklarını zannetmektedirler.
ESKİDEN TAHTA SOPALI DEMİRDEN ADAMLAR VARDI.
ŞİMDİ İSE DEMİR SOPALI TAHTADAN ADAMLAR VAR.
Mezarlıklar pek çok profesör ünvanlı mevta ile doludur. Ölüm ismin en son telaffuz edildiği an gerçekleşir.Anlı şanlı, ünvanlı mevtaların, yaşarken ehemmiyetleri ölçülemezken şimdi anan bir kişileri dahi yoktur. Çünkü, onlar değerli değil, önemli adamlardı. Demir sopalı tahtadan adamlardı.
Binlerce insanın cenazesine katıldığı ve yıllar geçmesine rağmen binlerce insanın hala yad ettiği , eserleri ve hayatı ile bir o kadar insanı etkilemiş ve etkilemeye devam eden Erol Güngör gibiler kaç tanedir.Tahta sopalı demirden adam kaç tanedir. Onunla, hakiki evladı ile vatan toprağı bir kat daha değer kazanmıştır. O, öbür dünyada amel defteri kapanmayanlardandır. Dünyada kırkbeş sene yaşadı. Ancak, ruhaniyeti ve fikirleri gönüllerde ve beyinlerde bilmeyen ne bilsin bizi bilenlere selam olsun dercesine asırlarca daha yaşacaktır. Mekanı cennet olsun.VESSELAM…
Yazar: A. RAHMİ ŞEYHOĞLU – GOP ÜNİVERSİTESİ

Yorumlar

Popüler Yayınlar