Nazlı sevgili - İSKENDER PALA
Nazlı sevgili
Üstad Nailî (ö.1666) yazdığı nefis gazellerinden birine şöyle başlıyor:
Sâkî, fürûğ-ı meyden rûyında tâb göster
Germiyyet-i hayâdan hurşîdi âb göster
Aşağı yukarı şöyle demeye gelir: "- Ey sakî!.. Güzelliğinin şarap gibi sarhoş eden aydınlığını yüzüne bir ışık olarak yansıt (veya yakıcı bir ateş gibi yanağına yansıt) da güneş, hayanın hararetinden dolayı bir su (ter damlası) görmüş olsun."
Sufilerin sembollerle dolu dünyasında sıradan söyleyişlerle alelade hayat hallerini anlatarak derin ruh meseleleri anlatılabilir, felsefi çözümlemeler yapılabilir. Yukarıdaki beyitte Nailî üstat da böyle yapıyor ve on kadar kelimeyle bir yığın meseleye çözüm getiriyor. Ona göre sevgilinin yanağı, güneşin hem ışık, hem de sıcaklığını taşır. Bu durumda yanağın üzerinde gösterdiği su damlacığı o ateşi söndürme maksadını güdüyor olacaktır. Çünkü aradaki ateş ortadan kalkınca, âşık da sevgiliye ulaşmaya yol bulur. Aradaki ateşin sönmesi sevgilinin âşık ile arasında yürürlükte olan utanma ve hayayı bir kenara bırakması demektir ki bu durumda âşık ile maşuk yekvücut olur (vuslat); ikilik ortadan kalkar "bir"lik başlar. Seven ile sevilenin bu yolla buluşmasına sufiler "fena (âşıkın sevgilide yok olması)" derler. Fena ise her iki manada da aşkın sonlandığı nokta sayılır.
Üstat, beyitteki kelimeleri sıralarken söz konusu ettiği su damlacığını sevgilinin yanağı yanında âşıkın gözünde de düşündürecek şekilde düzenlemiştir. Bu durumda anlam bir kat daha güzelleşir. Sevgilinin güneş yüzüne bakan âşıkın gözünden hemen yaş gelivermesi (çünkü güneşe bakanın gözü yaşarır), sevgiliyi ne derece çok sevdiğine işarettir. Âşık, eğer sevgiliyi görünce ağlaması gelmiyorsa aşkında hakikat sırrı yoktur. Bu yüzden âşıklar sevgiliyi görünce başlarını yere eğer, yüzlerine bakamazlar. Baksalar yanaklarındaki güneş parlaklığı gözlerini alır ve her şeyi sevgili olarak görmeye başlar, onun nurunda boğulurlar.
Beytin ikinci dizesindeki "hurşîde" kelimesi Nailî divanının elyazması nüshalarından birinde "hurşîdi" biçiminde yer almıştır. Bu durumda beytin anlamı bambaşka bir şekle girer ve şöyle demek olur: "- Ey sakî!.. Güzelliğinin şarap gibi sarhoş eden aydınlığını yüzünde bir ışık olarak yansıt (veya yakıcı bir ateş gibi yanağına yansıt) da utanma hararetinden dolayı güneşi bir su halinde göster (yani güneş sendeki aşk parlaklığının, aşk ateşinin karşısında hayasından su gibi erisin)."
Pes doğrusu!. Mahza ateş olan güneşin su gibi erimesini düşünebiliyor musunuz? Siz o sakînin aşk ile yoğrulmuş nuruna ve gönül yakan aşk hararetine bakın ki, güneş onu görünce utancından su gibi eriyip akacak. O öyle bir sakî ki, mânâ ülkesinde gezinirken madde alemindeki en muhteşem varlık olan güneşi kendinden geçirip eritiyor. O öyle bir sakî ki yüzüne bakan bütün güzellikleri unutuyor, kendini kaybedip ona tutuluyor; akıldan geçip kendini aşka teslim ediyor. O öyle bir sakî ki küçük bir tecellisi ile âşıkın varlığını idrakine vesile oluyor ve kendini tanımasını sağlıyor. Divan şairlerine göre sakî, insana aşk ilham eden her şeyin ortak adıdır. Sufiler onu Feyyâz-ı Mutlak, yani bütün feyz ve sevginin kaynağı olan Allah veya mürşid-i kâmil olarak tanımlamaktadırlar. O ki içki meclisinde kadehlere içki doldurup dağıtandır, içkinin adı aşk olunca elbette sakî de Sevgili oluverir. Nitekim onun sevgili olduğunu müteakip beyitte açıkça söyler:
Dersin ki olmasın râz-âgâh-ı neşve-i nâz
Cibrîl'e çeşm-i mestin mahmûr-ı hâb göster
Bu dahi zannımızca şöyle demek olur: "- Ey sevgili! Naz işvesinin sırrını (nazlanmaktaki sırrı) kimse bilmesin diyorsan, Cebrail seni çağırdığında mest gözünü uyku mahmuru göster."
Naz, bilindiği gibi insanın kendisinde gizli olan, sükun halindeki güzelliği meydana vurmasının adıdır. Bütün sevgililer âşıka naz ederek güzelliklerini sunarlar. Üstelik naz, gönüldeki coşku ve ateşi arttırır. Âşık bu coşku ve ateşten dolayı zevk ve lezzet içinde yaşar. Bu yüzden hakiki âşık sevgiliden nazlanmasını ister, o nazlanmazsa müteessir olur, o nazlandıkça aşkını arttırır. Sufiler naz deyince Sevgili'nin cilve ile tecellisini, âşıkını bilmezlikten gelip yüz vermemesini (âşıkın kemali için yakarışların geri çevrilerek başka lütuflarla icabet edilmesi) anlarlar. "Eşikte niyaz, huzurda naz!" kuralı bunun için konulmuştur. Beyte göre Naili üstadın Sevgili'ye atfettiği naz, Hz. Peygamber'in Mi'rac gecesinde Cebrail'e gösterdiği naza benzer. Çünkü Habibullah, Mi'rac esnasında uyku mahmuruydu.
İmdi, kainatın bütün tecellileri Sevgili'nin bir naz kırıntısından ibaret olup bu sayede bütün kainat O'na âşıktır. O'nun insanlara aksetmesi ise işin mana boyutuyla alakalıdır. Mutlak Sevgili'nin kullarına sunduğu şarapta aşk iksiri vardır. Zaten bu yüzden güneş bile bu tecelliden utanıp su gibi erir. Eğer Sevgili aşkını naz ile vermeseydi âşık bundan bir şey anlamazdı. Bir şey naz ile verilirse ancak o vakit bütün güzellikleri ortaya çıkar ve âşık da ondan zevk alır. Doğrudan verilen bir şeyin kıymeti zaten fazla anlaşılamaz.
Arzularımızı yerine getirirken naz eden Sevgili'ye şükürler olsun!..
İSKENDER PALA
Üstad Nailî (ö.1666) yazdığı nefis gazellerinden birine şöyle başlıyor:
Sâkî, fürûğ-ı meyden rûyında tâb göster
Germiyyet-i hayâdan hurşîdi âb göster
Aşağı yukarı şöyle demeye gelir: "- Ey sakî!.. Güzelliğinin şarap gibi sarhoş eden aydınlığını yüzüne bir ışık olarak yansıt (veya yakıcı bir ateş gibi yanağına yansıt) da güneş, hayanın hararetinden dolayı bir su (ter damlası) görmüş olsun."
Sufilerin sembollerle dolu dünyasında sıradan söyleyişlerle alelade hayat hallerini anlatarak derin ruh meseleleri anlatılabilir, felsefi çözümlemeler yapılabilir. Yukarıdaki beyitte Nailî üstat da böyle yapıyor ve on kadar kelimeyle bir yığın meseleye çözüm getiriyor. Ona göre sevgilinin yanağı, güneşin hem ışık, hem de sıcaklığını taşır. Bu durumda yanağın üzerinde gösterdiği su damlacığı o ateşi söndürme maksadını güdüyor olacaktır. Çünkü aradaki ateş ortadan kalkınca, âşık da sevgiliye ulaşmaya yol bulur. Aradaki ateşin sönmesi sevgilinin âşık ile arasında yürürlükte olan utanma ve hayayı bir kenara bırakması demektir ki bu durumda âşık ile maşuk yekvücut olur (vuslat); ikilik ortadan kalkar "bir"lik başlar. Seven ile sevilenin bu yolla buluşmasına sufiler "fena (âşıkın sevgilide yok olması)" derler. Fena ise her iki manada da aşkın sonlandığı nokta sayılır.
Üstat, beyitteki kelimeleri sıralarken söz konusu ettiği su damlacığını sevgilinin yanağı yanında âşıkın gözünde de düşündürecek şekilde düzenlemiştir. Bu durumda anlam bir kat daha güzelleşir. Sevgilinin güneş yüzüne bakan âşıkın gözünden hemen yaş gelivermesi (çünkü güneşe bakanın gözü yaşarır), sevgiliyi ne derece çok sevdiğine işarettir. Âşık, eğer sevgiliyi görünce ağlaması gelmiyorsa aşkında hakikat sırrı yoktur. Bu yüzden âşıklar sevgiliyi görünce başlarını yere eğer, yüzlerine bakamazlar. Baksalar yanaklarındaki güneş parlaklığı gözlerini alır ve her şeyi sevgili olarak görmeye başlar, onun nurunda boğulurlar.
Beytin ikinci dizesindeki "hurşîde" kelimesi Nailî divanının elyazması nüshalarından birinde "hurşîdi" biçiminde yer almıştır. Bu durumda beytin anlamı bambaşka bir şekle girer ve şöyle demek olur: "- Ey sakî!.. Güzelliğinin şarap gibi sarhoş eden aydınlığını yüzünde bir ışık olarak yansıt (veya yakıcı bir ateş gibi yanağına yansıt) da utanma hararetinden dolayı güneşi bir su halinde göster (yani güneş sendeki aşk parlaklığının, aşk ateşinin karşısında hayasından su gibi erisin)."
Pes doğrusu!. Mahza ateş olan güneşin su gibi erimesini düşünebiliyor musunuz? Siz o sakînin aşk ile yoğrulmuş nuruna ve gönül yakan aşk hararetine bakın ki, güneş onu görünce utancından su gibi eriyip akacak. O öyle bir sakî ki, mânâ ülkesinde gezinirken madde alemindeki en muhteşem varlık olan güneşi kendinden geçirip eritiyor. O öyle bir sakî ki yüzüne bakan bütün güzellikleri unutuyor, kendini kaybedip ona tutuluyor; akıldan geçip kendini aşka teslim ediyor. O öyle bir sakî ki küçük bir tecellisi ile âşıkın varlığını idrakine vesile oluyor ve kendini tanımasını sağlıyor. Divan şairlerine göre sakî, insana aşk ilham eden her şeyin ortak adıdır. Sufiler onu Feyyâz-ı Mutlak, yani bütün feyz ve sevginin kaynağı olan Allah veya mürşid-i kâmil olarak tanımlamaktadırlar. O ki içki meclisinde kadehlere içki doldurup dağıtandır, içkinin adı aşk olunca elbette sakî de Sevgili oluverir. Nitekim onun sevgili olduğunu müteakip beyitte açıkça söyler:
Dersin ki olmasın râz-âgâh-ı neşve-i nâz
Cibrîl'e çeşm-i mestin mahmûr-ı hâb göster
Bu dahi zannımızca şöyle demek olur: "- Ey sevgili! Naz işvesinin sırrını (nazlanmaktaki sırrı) kimse bilmesin diyorsan, Cebrail seni çağırdığında mest gözünü uyku mahmuru göster."
Naz, bilindiği gibi insanın kendisinde gizli olan, sükun halindeki güzelliği meydana vurmasının adıdır. Bütün sevgililer âşıka naz ederek güzelliklerini sunarlar. Üstelik naz, gönüldeki coşku ve ateşi arttırır. Âşık bu coşku ve ateşten dolayı zevk ve lezzet içinde yaşar. Bu yüzden hakiki âşık sevgiliden nazlanmasını ister, o nazlanmazsa müteessir olur, o nazlandıkça aşkını arttırır. Sufiler naz deyince Sevgili'nin cilve ile tecellisini, âşıkını bilmezlikten gelip yüz vermemesini (âşıkın kemali için yakarışların geri çevrilerek başka lütuflarla icabet edilmesi) anlarlar. "Eşikte niyaz, huzurda naz!" kuralı bunun için konulmuştur. Beyte göre Naili üstadın Sevgili'ye atfettiği naz, Hz. Peygamber'in Mi'rac gecesinde Cebrail'e gösterdiği naza benzer. Çünkü Habibullah, Mi'rac esnasında uyku mahmuruydu.
İmdi, kainatın bütün tecellileri Sevgili'nin bir naz kırıntısından ibaret olup bu sayede bütün kainat O'na âşıktır. O'nun insanlara aksetmesi ise işin mana boyutuyla alakalıdır. Mutlak Sevgili'nin kullarına sunduğu şarapta aşk iksiri vardır. Zaten bu yüzden güneş bile bu tecelliden utanıp su gibi erir. Eğer Sevgili aşkını naz ile vermeseydi âşık bundan bir şey anlamazdı. Bir şey naz ile verilirse ancak o vakit bütün güzellikleri ortaya çıkar ve âşık da ondan zevk alır. Doğrudan verilen bir şeyin kıymeti zaten fazla anlaşılamaz.
Arzularımızı yerine getirirken naz eden Sevgili'ye şükürler olsun!..
İSKENDER PALA
Yorumlar
Yorum Gönder